1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan önce iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki palazlanmak için halk düşmanlığının bütün yöntemlerini kullanmaya başl
1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan önce iktidarı ele geçiren İttihat ve Terakki palazlanmak için halk düşmanlığının bütün yöntemlerini kullanmaya başlamıştı. Yeni şekillenecek devletin temeli, Türk ulusundan ve Sünni mezhebinden olmayan herkesin yok edilmesi ya da etkisiz kılınması olacaktı. Yani tek millet, tek din, tek dil, tek bayrak.
Bu anlayışla, başta Ermeni ulusu olmak üzere Hiristiyan azınlık, Rum, Yahudi, Süryaniler ve azınlık milliyetlerden herkes ve daha sonra Kürt ulusu ile Alevi mezhebi olmak üzere bütün farklılıklar hedefe alındı. Bunlar sadece öteki oldukları için değil aynı zamanda mallarına ve servetlerine el konulmak üzere katledildiler. Gayri Müslim sermayesinin millileştirilmesi, daha sonra kurulan TC’nin ekonomik politikasının ana damarlarından birisini oluşturdu yani Ermenilerden yağmalanan servet kurulacak olan ulus devletin egemenlerinin sermayesini oluşturdu.
Bu anlayış temelinde Ermenilerin tehcir edilmesine daha 1911’lerde karar verilmişti. Bu konuda İttihat ve Terakki Partisinin önde gelen isimlerinden Doktor Nazım’ın yapılan gizli bir Parti toplantısında sarf ettiği sözler çarpıcıdır: ‘’…Ermeniler ölümcül bir yaraya benzer. Bu yara önceden zararsız bir yara zannedilir. Fakat zamanında bir doktor muamelesi görmezse muhakkak öldürür. Hemen harekete geçmek gerekir. Eğer 1909’daki gibi yaparsak yarardan çok zarar görürüz. Bizim temizlemeye karar verdiğimiz diğer kesimleri, Arapları ve Kürtleri uyandırır ve tehlike bir yerine üçe katlanır… Eğer bu temizlik harekatı ve genel, nihai olmazsa, yarardan çok zararı dokunur. Ermeni halkını topraklarımızdan kökten temizlemeliyiz. Bir kişi bile kurtulmamalı ve Ermeni ismi unutulmalıdır…Bu defaki işlem, kökten temizleme işlemi olacaktır. Ve Ermenilerden bir kişi bile sağ kurtulmaması koşuluyla soykırım mutlaka gereklidir’’.
Birinci emperyalist paylaşım savaşı içerisinde gerçekleştirilen Ermeni soykırımında, Soykırımın planlayıcısı ve uygulayıcısı Osmanlı imparatorluğu kadar, onaylayıcısı ve suç ortağı Alman emperyalizminin de rolü büyüktür.
11 Nisan 1915’de Dahiliye Nazırı (İç İşleri Bakanı) Mehmet Talat Paşa’nın emriyle 250 Ermeni aydını tutuklanarak Sultanahmet hapishanesine dolduruldu. Ermenilerin yaşayacağı “büyük felaketin” adımı atılmış oldu. Peşinden 24 Nisan gecesi bundan daha büyük bir dalga geldi. Kimi kaynaklara göre 600 kimi kaynaklara göre ise 2000 İstanbul’da yaşayan Ermeni yazar, şair, siyasetçi, öğretmen, gazete editörü, tüccar, müzisyen, kitapçı, profesör, doktor, milletvekili, avukat, ressam, Ermeni Ulusal Meclis üyesi, papaz, aktör, tiyatrocu, tercüman, gazeteci, tarihçi, eğitimci, zanaatkâr tutuklanarak ölümlü bir sürgün yolculuğuna çıkarıldı. Bu suretle Ermeni ulusunun direnişi örgütlemesi muhtemel öncü dinamikleri katledildi. Bu tarih Ermeni soykırımının artık berraklaştığı ve tüm Anadolu’ya yayıldığı başlangıç tarihidir. Bunun devamı olarak da 27 Mayıs tarihinde ise resmi tehcir kanunu çıkarılır.
Bu kanunla birlikte Ermenilerin kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeksizin ulusal dramı başladı. Kanunen ayrıma tabi olmaksızın Ermeni kimliği taşıyan herkes sürgün edilecekti. Der zor çöllerine doğru kitlesel bir yer değiştirme yapılacaktı. Gerçekte ise bu bir sürgün ve yer değiştirme değil hem yerinde, hem de yol boyunca bir katliam yok etme operasyonu idi. Bu süreç sistematik bir şekilde 1915 ve 1922 yılları arasında devam etmiştir. Ancak 1915’de Anadolu’da yaşayan milyonlarca Ermeni esasen acımasız bir katliamla soykırıma tabi tutulmuştur. Devamında yaşanan süreç ise “kılıç artıklarının” temizlenmesi sürecidir. Bu süreç 1921’e kadar kitlesel şekilde olurken ondan sonraki süreçte politik konjonktüre ve gelişmelere paralel olarak devam etmiştir. Bu sürecin son halkası ise 2007’de Hrant Dink’in katledilmesi olmuştur.
Ermeni ulusal kimliği katliamla, sürgünle soykırıma tabi tutularak kendi vatanında paramparça edilmiştir. Ermeni ulusal kimliğine ve ulusal hak mücadelesine karşı saldırılar ise 19. Yüzyılın ikinci döneminde Abdul Hamit’in katliamlarıyla zaten inişli çıkışlı bir şekilde gerçekleşmiştir. Ermeni ulusal gelişimine karşı Hamidiye alayları ve bizzat devlet eliyle bir parçalama, dağıtma ve zayıf düşürme şeklinde katliamlar yaşama geçirilmiştir. Bu süreç bizzat bulunduğu yerlerde Ermenilerin katledilmesi, üretim araçlarına ve mallarına el konulması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu şekilde Ermeni ulusunun toprak bütünlüğü zayıflatılmaya, parçalanmaya çalışılmıştır. Bu eksende Osmanlı’nın azımsanmayacak bir mesafe kaydetmesi söz konusudur. Ancak Ermenilerin ulus karakterini bozamamış, dağıtmaya muktedir olamamıştır. İttihat terakki ile egemen olan zihniyet ise dağılmakta olan Osmanlı sisteminin Panislamizm ve Pantürkizm ideolojik argümanıyla korunması ekseninde bir yönelim belirlemiştir. Gelişmeler ve koşullar bu anlayışla var olan egemenliği korumaya olanak sunmamış, sürekli daralan bir coğrafi alana hapsolmasına bu zihniyeti zorlamıştır. Balkan savaşları ve Ortadoğu’da Arap kalkışmaları ile kaybedilen mevzilerle 1.Emperyalist paylaşım savaşına iyice daralmış bir egemenlik alanı ile girilmiştir. Ermeni Soykırımında emperyalizmin ve özel olarak da Alman emperyalizminin soykırım planlarına ortak olduğu, İngiliz, Fransız ve özellikle Rus emperyalistlerine karşı bölgesel politik çıkarları doğrultusunda, soykırım planlarına akıl hocalığı yaptıkları ve İttihat ve Terakki Hükümetini destekledikleri ortaya çıkan gerçeklerdir.
Bu süreç İttihatçı zihniyetin Türk ulusal egemenliğine dayanan ideolojik şekillenişe daha fazla yakınlaşmasına ve karakter kazanmasına toplumsal ve siyasal zemin hazırlamıştır. Bu şekilleniş Anadolu topraklarının çok uluslu, çok kültürlü yapısının dağıtılması ekseninde bir politikaya ardına kadar kapıyı aralamıştır.
Anadolu’da çok kültürlü, çok uluslu ve çok inançlı yapının yeniden şekillendirilmesinde siyasal ve toplumsal çelişkiler kullanılarak yönelim ve planlar belirlenmiştir. 1915’e gelindiğinde savaş ortamının da yarattığı sistemin tümüyle dağılma eğilimi, ezilen ulusların bu dağılma içinde kendi haklarını elde etme mücadelesini de daha fazla olgunlaştırmıştır. Bu tarihsel olarak haklı ve meşru yönelim karşısında egemen olan devletin tavrı ulus ve halkların imhasına yönelmek olmuştur. Bu noktada yönelim Anadolu topraklarının önce Müslüman olmayan uluslardan, inançlardan arındırılması şeklinde olmuştur. Öncelikli olarak ise görece daha örgütsüz ve savunmasız olan, yine coğrafi bütünlüğü ve dağılımı dağınık olan Ermeniler zayıf halka olarak belirlenmiştir.
Bu politik tutum ve yönelim Ermenilerle sınırlı kalmamış Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim toplulukları olan Asuri-Süryanilere, Ezidilere de yönelmiştir. Ermeniler hedef seçilirken bunun yanına bu toplulukları da katarak bir temizlik süreci yaşanmıştır. Müslüman olmayan ulus, milliyet ve inançların temizlenmesi bir süreç boyunca hayata geçmiştir. 1919’da başlayan Milli mücadele süreci egemen sınıfların bu politikasını sürdürdüğü bir dönem olmuştur. Pontus-Rum topluluklar kendi vatanlarında sistematik bir katliama maruz kalmış, tıpkı Ermeniler gibi katledilmiş, kurtulanlar ise vatanlarını terk etmişlerdir. Yunanlılarla yürütülen savaşta yine kitlesel olarak Pontus-Rumlar katliama tabi tutulmuştur. Devamında Yunan hükümetiyle yapılan mübadele antlaşması ile kalan nüfus bu topraklardan sürülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti böylelikle kuruluş temellerini Müslüman olmayan toplumlardan arındırılmış bir toplumsal zemin üzerinde inşa etmiştir.
Ancak Türk egemen sınıfları bu toplumsal zeminle kendini sınırlandırmamıştır. Kürt ve Türk uluslarına dayanan toplumsal temeli inkar eden bir politik-ideolojik rejim şekillendirmiştir. Türk ulusal egemenliğine dayanan bir rejim kurarak, Müslüman olan Kürt ulusuna karşı benzer bir katliam, imha ve sürgün politikası izlemiştir. Ermeni, Süryani ve Rum toplulukların başına gelenin benzeri Kürt ulusunun başına gelmiştir.
Ermeni Soykırımının Nedenleri Ve Yarattığı Sosyo-Politik Sonuçlar
1915 Ermeni soykırımı ezilen bir ulusun topyekün yok edilmesini amaçlayan bir politikanın ürünüdür. Ümmetçi Osmanlı İmparatorluğunun Kapitalist-emperyalist çağa uygun olmayan yapısının ve buna karşı gösterdiği nafile direncinin kırıldığı ve tasfiye olduğu süreçte egemen sınıfların ulus devlet egemenliğine dayanan bir devlet yapısı oluşturma arayışı 1908 “devrimi” ile arayış ve yoğunlaşmasını hızlandırmıştır. İttihatçı anlayış bu sürecin temel dinamiği olmuştur. Bu anlayış Osmanlıyı bir Türk ulus devletine çevirmek, Türk ulusal egemenliği altında diğer ulusların belli haklar tanınarak tahakküm altına alınmasını içermektedir. Bu eksende ezilen diğer ulusların siyasal temsilcileriyle dönemsel ittifaklar geliştirmiş ve mevcut rejimi restore etmeye yönelmiştir. Ancak bu yönelim ulusların tarihsel eğilimi olan ulusal kurtuluş ve egemenlik kurma duvarına toslamış ve yönetilemez bir hal almıştır. Egemenlik kurmanın uluslaşma ve ulus devlet kurma süreci daha fazla hız kazanmış ve kimlik arayışını berraklaştırmıştır.
Bu yönelim zayıf ve bağımlı uluslarla savaşıma hızla evrilmiştir. Balkanlar, Afrika ve Ortadoğu’da verilen savaşlarda çıkarılan dersler, Anadolu’da endişe, korku ve risklerin sürükleyiciliği ile tam bir barbarlığa dönüşmüştür. Anadolu’nun çok uluslu, çok inançlı yapısının en güçlü renklerinden olan Ermenilerin yok edilmesi tamda bunun ilk tatbiki olmuştur. Ermeni varlığının toplumsal dinamiklerinin toptan berhava edilmeksizin Türk egemen sınıflarının kendi güvenlikleri ve egemenliklerini sağlayamayacağı kararlaşmış bir tutuma dönüşmüştür.
Ermeni Soykırımı bu açıdan Türk ulus kimliği yaratma sürecinin, savaş ikliminde bir arada yaşadığı farklı bir ulus ve inanca karşı en zalimane, en vahşi ve barbar biçimde vücut bulduğu ve bu kimliğe en güçlü karakter kazandırdığı bir niteliğe sahiptir. İmparatorluğun hem siyasal rejimi hemde sosyo-ekonomik karakteri Türk Ulus kimliği ile ciddi bir gerginlik ve çelişki oluşturmaktadır. Bu durumun uluslaşma sorununda bir politik bunalım yaratması söz konusudur. Bunu ittihat terakkinin ümmetçilikle ulusçuluk arasında salınan çizgisinde de müşahade etmek mümkündür. Ulusal karakterli irili ufaklı gerçekleşmiş ve gerçekleşen savaşlar ve mücadeleler Osmanlı egemen sınıflarının bu politik kimliğe daha fazla eğilim göstermesine yol açmıştır. Belirlenemeyen egemenlik sınırları içinde yakından uzağa doğru egemenliği pekiştirme mücadelesi egemen sınıfların politikasının ana aksı olmuştur.
1.Emperyalist paylaşım savaşı dönemin egemen sınıfları tarafından varlık yokluk sorunu olarak görülmesi, bu eğilimi pekiştirmiştir. Bu yaklaşım farklı ulus ve inançlara karşı “hain”, “ihanetçi” ve hedeflenmiş düşman olarak yaklaşmayı getirdi. Bu egemen sınıfların ezilen halk kesimlerini kendi ulus bayrağı altında toplama ve aynı zamanda bu kimliği benimsetme sürecinin örgütlenmesine de dönüştürüldü. Özellikle köylülüğün en gerici, bağnaz, tutucu kesimlerini kendinden ulus ve inanç olarak farklı kesimlerine karşı mal ve mülklerinin müsadere edilmesine de teşvik ederek politikasına ve katliamına ortak etmiştir. Gerici feodal beylerin, eşraf takımının ve ağaların önderliğinde gerici feodal ve kültürel değerlerin pençesindeki bir kısım köylü kitlesi bu soykırıma ve yıkıma ortak edilmiştir.
Bu süreç gerici-faşist sistemin tarih anlatısındaki gibi kesinlikle savaş ortamında Ermenilerin, Süryanilerin, Asurilerin ve Ezidilerin İngiliz, Fransız ve Rus emperyalistleriyle işbirliği yapması ya da bu potansiyeli taşımasından kaynaklanmamaktadır. Ya da bu süreç Ermeni ulusal hareketinin ulusal kurtuluş mücadelesinde Ermeni olmayan halka karşı katliamlardan da kaynaklanmamaktadır. Her ulusal mücadelede olduğu gibi Ermeni ulusal mücadelesinde de kimi burjuva siyasal hareketler milliyetçi sapmalarla Türk-Kürt ulusuna mensup ezilen halkı katletmiştir. Ancak bu durum Ermeni ulusunun tarihsel olarak egemen Osmanlı sınıflarına karşı haklı ve meşru mücadelesini karartmaz, karartamaz. Bu tarz sapmaların ve milliyetçi tutumların egemen ve gerici olana karşı yönelimini gölgelemez. Türk egemen sınıfları soykırımla işledikleri tarihsel suçu hafifletmek için kullandığı bu argümanın tarihsel olarak geçerliliği olmadığı gibi, bir ulusun topraklarından sürülmesine ve soykırıma tabi tutulmasına karşı hiçbir karşılığı ve izahı da yoktur. Bu bağlamda bu argüman sadece Türk egemen sınıflarının gerçek amacını gizlemek, gecikmiş, lekelenmiş, gerici, uluslaşma sürecinin tarihsel özünü karartmak için kullandığı bir argümandır.
Ürettiği Sonuçlar
Ermeni soykırımı Türk ulus kimliğinin oluşumunda bir basamak ama kanlı bir basamak olmuştur. Türk egemen sınıflarının süreç içinde oluşturduğu ideolojik, felsefi ve siyasi “Kurucu değerler sisteminin” ezilen, mazlum bir ulusun kadın, çocuk, yaşlı, hasta ayırmaksızın top yekün vatanlarından koparılması ve katledilmesiyle kanlı bir harcı olmuştur.
Türk egemen sınıfları bu soykırımla inşa süreci yaşayan Türk ulusal egemenliğine dayanan siyasal rejimlerinin güçlü temellerini atmıştır. Bu temel, ezilen ulusların tüm kesimlerinin var olduğu pazarı kontrol etme, bu kesimin burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin sermaye ve üretim araçlarını gasp etme şeklinde bir ekonomik temele oturmuştur. Bu sermaye, üretim araçları ve pazarın hakimiyetini mutlak kontrol etme sürecinin en güçlü ayağı olmuştur.
Soykırımın iktisadi çıkarların yanında rejimin kurucu değerler sistemi olan faşist karakterinede eşsiz katkısı olmuştur. Faşizmin ideolojik temeli katı bir ulus şovenizmine ve homojen toplum yaratma temeline dayalıdır. Hem ulusal, hem inançsal hem de politik farklılıkları yok etme, yok sayma, asmile etme ve baskı altına alma gibi bir tutuma sahiptir. Ermeni soykırımı tamda bu temellerin atılmasını sağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesinin soykırım harcıyla oluşturulması bu konuda yeni ve genç devletin aldığı konumlanışla da teyit edilmiştir. Sadece bu konumlanışla yetinilmemiş koşulların el verdiği oranda bu süreç bir şekilde devam ettirilmiştir. Müslüman olmayan Ermeni, Rum, Yahudi, Süryaniler her türlü baskıya, imhaya maruz kalmışlardır. Azınlık düzeyinde kalmış bu kesimlere karşı düşmanlık hiç eksilmemiştir. İkinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde Varlık vergisiyle bu kesimlerin sermayesi bir kez daha müsadere edilirken bununla yetinilmemiş işkence, katliam ve sürgün politikası da hayata geçmiştir. Yine 1955 yılında 6-7 Eylül’de bu kesimler yeniden hedefe konmuş ve toplumsal bir linçe maruz kalmıştır. Son halka ise Ermeni aydın, gazeteci Hrant Dink’in katledilmesi olmuştur. Sırf Ermeni kimliğinden ve Ermeni meselesine duyarlılığından kaynaklı devlet denetimi, kontrolü ve organizasyonuyla 2007 Ocak ayında ensesinden vurularak öldürülmüştür. Bu Osmanlının bakiyesi olan ve onun son döneminin kurucu değerler sistemini organize ederek egemen olan TC’nin meselede gayet sarih ve berrak faşist duruşunun göstergeleri olmuştur.
Ermeni soykırımı; Ermeni dili, kültürü, sanatı, düşünce ve bilim dünyasının parçalanması dağıtılmasını hedeflemiştir. Ancak bu sadece Ermeni toplumunun tüm değerlerinin imhasını içermemektedir. Aynı zamanda çok uluslu, çok kültürlü, çok inançlı toplumsal yapının zenginliğine yönelik bir suikast niteliği taşımaktadır. Ermeni soykırımı ile toplumsal yapının yarattığı birikim soykırıma maruz kalmıştır. Yaratılan ulusal düşmanlık, oluşmuş kültürel, sanatsal, bilimsel, entelektüel ve üretim yeteneğinin de yadsınmasını getiren bir toplumsal gerilik ve kapalılık yaratmıştır. Toprakların çölleştirilmesi bu açıdan sadece Ermenilerin yok edilmesiyle değil topluma ait birikimin yadsınması düşmanlaştırılmayla da gerçekleşmiştir.
Ermeni soykırımı toplumsal yapının siyasal şekillenişindeki gerici karaktere ciddi düzeyde etkide bulunmuştur. Toplumsal yapıda var olan dışındakilere kapalılık, oluşmuş olanı koruma eğilimini siyasal düşmanlıkla kendini yeniden üretmiştir. Irkçılık, şovenizm, bağnazlık Ermeni soykırımıyla bir nevi kemikleşme sürecine girmiştir.
Soykırım, Siyasal Rejimin Sürekliliğinde Kullanılan Referans!
Ermeniler eksenli yürüyen soykırım bununla sınırlı kalmamıştır. Özellikle bu toplumla iç içe geçmiş Süryaniler, Asuriler ve Ezidilerde bu süreçte kırıma uğramıştır. İşbirlikçi Kürt aşiretler sürece ortak edilerek bu topluluklar devlet tarafından soykırıma uğramıştır. Bu topluluklar da tıpkı Ermeniler gibi kırılmış, sürülmüştür. Bu süreç tam anlamıyla ilk etapta Müslüman olmayan toplulukların, ulusların temizlenmesi ve arındırılmasını amaçlamıştır, Türk egemenleri bu hedeflerine ulaşmışlardır.
Egemen sınıfların ezilen toplumsal kesimlere karşı katliam, yok etme ve imha politikası, etnik arındırmaya yeni halkalar eklenerek sürmüştür. Pontus Rumları diğer azınlık milliyetler de bundan nasibini almıştır. 1915’den 1922 yılına kadar süren süreç bu topluluklarından temzilenmesi, yok edilmesini içermiştir.
Arındırılmış ve sadece Müslüman toplulukların kaldığı toplumsal yapı kanlı, her karışına zulmün sirayet ettiği, acının içli haykırışının kalıcılaştığı bir gerçeklikle başbaşa kalmıştır. Bu temel üzerinde Türk şovenizmine dayanan faşist egemen sistem inşa edilmeye başlanmıştır.
Kuşkusuz bu süreç çok uluslu ve çok mezhepli Müslüman toplumsal yapı gerçeğini de siyasal rejiminin dayanağı olarak şekillendirmemiştir. Egemen sınıfların Türk ulus kimliğini benimsemesi onun siyasal rejiminin bu gerçekliğe dayanmasını getirmemiştir. Egemenliğini tekçilik üzerine inşa eden anlayış hem siyasal, hem inançsal, hem de ulusal bağlamda buna uygun olarak sürecini örgütlemeye ve inşa etmeye devam etmiştir. Siyasal farklılıklara karşı anti-demokratik tutum henüz Milli mücadele döneminin başında kendini göstermiştir. Milli mücadelenin 1. Meclisinde siyasal temsiliyetteki “demokratik muhteva”, egemen sınıflar tarafından yönetilmesi zor olarak kavranıp 2. Meclisin faşist nüveli yapısına yerini bırakmıştır.
Bu süreç savaş koşullarında olağan üstü bir durumun getirdiği bir sonuç değil tam tersine egemen anlayışın komploları, ayak oyunları ve kuşkusuz katliamları ile gerçekleşmiştir. M.Kemal önderliğindeki toprak ağaları ve kompradorların temsilini sağlayan egemen sınıflar öncelikle komünist ve sosyalist yapılara yönelmiştir. Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’in sularında katledilirken aynı zamanda farklı siyasal oluşum, fikir ve düşüncelere karşıda bir bütün boğma süreci başlamıştır. Bu sadece komünistlerle sınırlanmamıştır, demokrat kesimler ve farklı düşünen her kesime de yönelmiş bunlar ya tasfiye edilmiş, ya katledilmiş ya da devşirilmiştir. Bu süreç baskı, zulüm ve katliamla gerçekleşmiştir.
Bu baskı ve sindirmeye dayalı siyasal rejim arayışı Kürt ulusal kimliğinin Müslümanlık paydasında eritilmesi hesabını da içermektedir. Milli mücadele döneminde Kürtlerin ulusal haklarına dair açık ve örtülü bir dizi vaatlerde bulunulmasına rağmen, egemenlik alametleri emperyalistlerle uzlaşma sürecinde belirginleşmeye başladığında Kürtlerin örgütsüz ve zayıf ulusal yapısının avantajını da kullanarak tüm haklarını yok sayma ve iradesini gasp etme ekseninde bir yönelim şekillenmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluş değerleri ise Kürt ulusal kimliğini tam ve kesin bir ret ve inkar ile oluşmuştur. TC’nin kuruluş ilkeleri sadece tek ulus üzerinden değil tek mezhep üzerinden de değerler sistemini oluşturmuştur. Sünnilik dışında hiçbir inanç sistemine hak ve yaşam alanı tanınmamıştır. Bu çok yönlü tekçilik artık yeni ve genç devletin Türk-Sünni eksende şekilleneceğini netleştirmiştir.
Buna karşı özellikle Kürt ulusunun memnuniyetsizliği ve hak talebine karşı egemen sınıflar tarihsel deneyimlerine baş vurmakta tereddüt etmemiştir. Kürt ulusal haklarına karşı 1924’de Şeyh Sait kalkışmasından başlayarak 1938 Dersim’e kadar onlarca defa kitlesel katliamlar gerçekleştirmiş, yaygın bir sürgün politikası izlemiştir. On binlerce Kürt; kadın, çocuk, yaşlı, hasta demeksizin kıyımdan geçirilmiştir. Onbinlercesi zorunlu iskan değişimine tabi tutulmuştur. Bu süreç Kürt ulusal kimliğinin dağıtılması, parçalanması zayıflatılması ekseninde politikayla şekillenmiştir.
“Şark Islahat” planı ile işleyen bu sürecin bir ayağı katliam, sürgün, işkence iken bir yandan da inkar, yok sayma ve asimilasyon politikaları katıksız bir ele alışla uygulanmaya çalışılmıştır. Kürt olmadığı bir teorik tez olarak geliştirilmiş ve kurucu değerler sisteminin bir parçası olmuştur. Türk egemen sınıflarının siyasal egemenliği altındaki coğrafyada yaşayan herkesin Türk olduğu ideolojik bir kabul haline gelmiştir.
Mazlum Kürt ulusu bu faşist rejim altında dilini, kültürünü ve hatta kendi renklerini kullanamaz hale geldi. Kürt Ulusal değerleri faşist rejim tarafında yasaklandı işkence ve katliam gerekçesi oldu. TC dağıtıp, parçalayamadığı yok edemediği Kürt ulusunu katı bir baskı ve sindirmeyle asimile etmeyi, ulusal kimliğini, dilini unutturmayı kültürünü zamanla aşındırmayı hedef olarak belirledi.
TC mezhepsel farklılıklara karşıda azınlık olanları yok saymayı bir devlet politikası haline getirmiştir. Sünni kesimlere karşı görece inançlarını özgür yaşama olanağı sunarken aynı zamanda bu kesimlerin devletin belirlediği çerçevede inanç sistemi oluşturması hedeflenmiştir. Ancak esas olarak ezilen mezhep olan Alevilik bu süreçte sistematik devlet baskısına maruz kalmıştır. Zaten Osmanlı’dan gelen inancını gizli yaşama ve potansiyel suçlu muamelesi görme, TC tarafından da olduğu gibi sahiplenilmiştir. TC Laik yapıyı benimsemesine rağmen inanç özgürlüğü bu kapsam alanına girmemiştir. Laiklik homojen, kaynaşmış tek millet tek inanç ekseninde şekillendirilmeye çalışan sistemin bir aygıtı olarak kullanılmıştır. Laiklik, Faşist sistemin “medeni hukuk sopası” işlevi görmüştür. Alevi inancının asimile edilmesi ve kendi değerlerinden arınarak sistemin parçası olması amaçlanmıştır. Alevilik yine yeraltı-illegal inanç sistemi olarak varlığını sürdürmeye mahkum bırakılmıştır. Alevi köylerine Diyanet işlerine bağlı camiler yapılmış, eğitim sisteminde zorunlu sünni eksenli din dersleri dayatılmıştır. Alevilerin inanç sistemlerini koruma ve yaşama talebi jandarma ve polis dipçiğiyle ve bağnazlaştırılmış belli sünni toplumsal kesimlerin provoke edilerek yönlendirilmesiyle zulme maruz kalmıştır. Homojen alevi yapısının olduğu yerlerde ise acımasız katliamlar gerçekleştirilmiştir. Dersim’de 1938 katliamı Kürt kimliğine olduğu kadar alevi kimliğine yönelik bir imha ve yok etme saldırısıdır. Faşist devletin bu ideolojik şekillenişi çeşitli tarihlerde ve dönemlerde kitlesel alevi katliamlarıyla kendini gerçekleştirmiştir. Nihayetinde devletin faşist yapısına uygun olarak ezilen alevi mezhebi yok sayılmış, tek tipleştirme projesinin asimilasyon, katliam ve işkence tezgahlarından geçmiştir.
Türk Tipi Faşizmin İnşa Yolculuğu Ve Soykırım
Ermeni soykırımı Türk egemen sınıflarının faşist rejiminin inşasının ve artık karakterize olmuş faşist devletin sonraki icraatlarının hem en güçlü temeli hem de referansı niteliğindedir. Ermeni soykırımı faşist bir rejimin ürünü değildir. Soykırımın gerçekleştiği tarihsel koşullar faşizmin sosyal, ekonomik ve siyasal olarak henüz sistematize olduğu bir karakter kazanmamıştır. Osmanlı rejimi de hiç kuşkusuz bu neviden bir sistem ve yönelimle sınıfsal, ulusal, dinsel ve siyasal sorunlara yaklaşmamıştır. Ancak faşizme temel olacak şekilde ekonomik ve sosyal politikalar bu sürecin bir parçasıdır.
Ermeni soykırımı TC’nin faşizmi hızla ve kolaylıkla benimsemesini sağlamıştır. Sınıfsal çıkarlarını bu siyasal rejimle gerçekleştirmesinde Ermeni soykırımı hem egemenlik alanında bu sosyal temelin örgütlenmesini gerçekleştirmiş hem de Türk uluslaşma sürecinin siyasal karakterini belirginleştirmiştir.
Ermeni soykırımı bu açıdan Türk egemen sınıflarının siyasal rejiminin en önemli ve temel harcıdır. Bu soykırımla dönülmez şekilde girilen tekçi, baskıcı, faşist şekilleniş sonraki sürecin bütününde daha fazla katılaşarak ve yaygınlaşarak devam etmiştir. Egemen sınıfların çıkarları, kendi siyasal egemenlik sınırları içinde farklı olan her siyasal düşünceyi, her inancı, her ulusu, her milliyeti, inkar etme ona düşmanlaşma üzerine kurulu bir rejimi şekillendirmiştir. Bu gelenekselleşmiş ve kalıplaşmış bir yönetme biçimine dönüşmüştür. Aynı zamanda siyasal sistemin doğuş, varoluş paradigmasıdır. Bu soykırımlarla, katliamlarla, asimilasyonla, baskıyla, sindirmeyle, işkenceyle kurulmuş bir tarihsel bagajı taşımaktadır.
Hesaplaşma, Arınma Ve Şovenizm Zehiri
Ermeni soykırımı tarihsel bir suçtur. Ancak aynı zamanda politik rejimin kurucu paradigmasının ana referansı ve harcı niteliğindedir. Bu faşist paradigmanın, onun dayandığı toplumsal şovenizmin hala en diri unsurlarından biridir Ermeni meselesi. Gericiliğin, şovenizmin kendini yeniden üretmesinin ve sistemin yönetme aygıtlarından birisinin toplumsal dayanağı niteliğindedir. Türk şovenizminin dayandığı tarihsel bir vakadır Ermeni düşmanlığı. Bu düşmanlık toplumsal bir kültür olarakta şekillenmiştir. Bu hem egemen sınıfların özel yönlendirme ve politikasından kaynaklanmaktadır hem de Türk ulus kimliğinin köylü kitlesinde şekillendiren bir olay ve süreç olmasından kaynaklanmaktadır. Feodal artıkların güçlü etkisi ve kapalı toplum yapısının yarattığı milliyetçiliğin ve gericiliğin ürettiği bir düşmanlıkta bu sonucu üretmiştir. Nihayetinde Türk ulus kimliği Ermeni düşmanlığı ile şekillenmiş bir lekeyi taşımaktadır. Türk ulusunda hakim olan bu şoven ve ırkçı yaklaşımlardan arındırılmaksızın, Türk ulusunun demokratik damarının zayıf kalacağı kaçınılmaz bir gerçekliktir. Mesele sadece tarihsel ve siyasal bir sorun değil aynı zaman da büyük bir toplumsal karakter taşımaktadır.
Devrimci, demokrat ve komünistlerin Ermeni meselesini ve soykırımını, demokratik halk devriminin bir sorunu olarak kavraması ve ele alması zorunludur. Demokrasinin toplumsal tabana yayılması ancak bu ulusal suçla yüzleşmesi, hesaplaşması ve tarihsel suçu kabul etmesiyle tam mümkün olabilecektir.
Ermeni soykırımı devrim ve demokrasi sorununun bir parçasıdır. Şovenizmle mücadele de en önemli ayaklardan birisi bu sorundur. Bu mesele güncel mücadele konulardan birisidir. Devrimci faaliyet bu toprakların en büyük felaketlerden birisi olan soykırımı toplumsal mücadelenin bir parçası olarak görmek zorundadır. Bu soykırım gerçekleşmiş ve bitmiş bir tarihsel vaka değildir. Son olarak Hrant Dink’in katledilmesi bu sorunun halen devam ettiği, ezilen Ermeni ulus ve milliyetine karşı düşmanlığın bir siyasal ve toplumsal mesele olduğu açık bir şekilde kendini göstermiştir. Hrant Dink’in öldürülmesi soykırım zihniyetinin ve Ermeni düşmanlığının halen güncel ve sosyal gelişmenin önünde bir engel olduğunu göstermiştir. Bugün mesele; bir tehlike, tehdit olamayacak kadar kitle temelini kaybetmiştir. Ancak halen Türk şovenizminin üretilmesinin politik bir argümanıdır.
Tarihsel ya da güncel temelde de olsa bir ulusal sorunun varlığı o toplumun gelişme dinamiklerinin ayağında bir pranga niteliği taşır. Kürt meselesi bugün güncel ve en önemli ulusal sorun ve bu bağlamda gelişimin önünde bir pranga ise, Ermeni soykırımı ve onun uzantısı niteliğindeki ideolojik-politik tutumda tarihsel bir pranga olarak değerlendirilmelidir. Ezilen uluslara yönelik faşist düşmanlık ve şovenizmin ana kucağı Ermeni soykırımıdır. Bu soykırımla oluşan şekilleniş Kürt düşmanlığının ve diğer ezilen milliyetlere karşı düşmanlığın temel direğidir.
Demokratik Halk Devrimi mücadelesi Türk şovenizminin ana direklerine, en temeline yönelmekle yükümlüdür. Bu sorunu mücadelesinin bir parçası ve hedefi yapmak zorundadır. Aksi taktirde devrimci süreci örgütlemek, devrimin ulusal karakterinin emperyalizme yönelmesi gereken tıkalı damarını açmak mümkün olmayacaktır. Türk ulusal devriminin gerçekleşmemiş, emperyalizmden kaynaklı bağımlı yapısının doğru hedefe yönlenmesi ancak bu şovenizmden arındırılması ile olanaklı olacaktır.
Bu topraklarda Türk ve Kürt ulusal barışının gerçek ve sağlıklı temellere oturması, demokratik kazanımları genişletmesi ve emperyalizme ve onun yerli uşağı egemen sınıflara yönelmesini sağlamak Ermeni soykırımıyla temel bulan şovenizme yönelmekle olanaklı olacaktır. Bu devrimin olanaklarını genişleteceği gibi, toplumun gerçeklerle sınanmış ona göre şekillenmiş ilerici devrimci yanına dinamizm katacaktır.
Türk devletinin Faşist karakteri barışçıl, uzlaşmayla, ulusal barışın inşasıyla değişme yeteneğine sahip değildir. Demokratik damardan ve özelliklerden yoksun oluşu buna sebeptir. Tarihin belli aşamasında imha ettiği, yok ettiği, soykırıma tabi tuttuğu bir ulusal kimliğe karşı halen düşmanlık gütmesi bunun bir kanıtıdır. Soykırım kuşkusuz tarihte sadece TC’nin işlediği bir suç değildir. Bugün burjuva demokratik sistemin sembol birçok ülkesi bu ve benzeri soykırımlara başvurmuştur. Hitler faşizmi Yahudileri, ABD Kızılderilileri, Britanya Krallığı Aborijinleri ve diğer yerli toplulukları bu kıyımlardan geçirmiş ya da asimilasyona tabi tutmuştur. Ancak bu devletler defterini dürdüğü ve artık işini bitirdiği topluluklara karşı işlediği suçların, kendi yönetme biçimine uygun olarak ve toplumsal yapısı için rahatsızlık yaratmayacağı noktada “günah çıkarmaktadır”. Bu tarihsel olarak oluşmuş burjuva demokrasi anlayışının bir yansımasıdır. Burjuvazi hiç kuşkusuz bu tarihsel suçlarında ezilen sınıfların nezdinde bu günah çıkarmayla kurtulamayacaktır. Artık yok ederek ve asimile ederek sistemi için tehlike oluşturmayan kesimlere karşı dilenen “özür”, aynı zamanda burjuva demokrasisinin bir iyileşme kendi egemenliğini bu yolla tesis etme yöntemidir. Bu onun sistemi için bir ihtiyaç ve gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. TC gibi faşist bir devlet içinse sisteminin yapısı, niteliği, yönetme biçimi bir yüzleşmeyi ve özrü değil onu sahiplenmeyi gerektiriyor. Onun ekonomik-sosyal sisteminin ihtiyaç ve gereksinimi bunu gerektiriyor. Bu açıdan dahi TC’nin yapısının kodlarını görmek açığa çıkarmak mümkündür. Bu yanıyla toplumsal yapının ayağına vurulmuş bu prangalarla siyasal rejimini sağlama almayı, sömürüsünü daha rahat gerçekleştirmeyi ve ezilen sınıflar üzerinde egemenliğini sürdürmeyi sağlamaktadır.
Devletin bu gerçekliği de gözetilerek demokratik devrimin aynı zamanda bu yüzleşme, arınma ve şovenizmle mücadele görevi ile de yükümlü olduğu, bunun devrimci sürecin her aşamasının ve devrimin bir görevi olduğu kavranmalıdır.
İbrahim Kaypakkaya ve Ermeni Soykırımı
Kaypakkaya’nın ideolojik-politik tutumu, tüm toplumsal sorunlar karşısında proletaryanın tarihsel sorumluluğuna dair berrak bir ideolojik duruşu ifade etmektedir. O bu yaklaşımıyla Kürt meselesini de, Kemalizm’i de, Ermeni soykırımını da sınıf mücadelesinin birer parçası olarak ele almıştır.Ermeni ulusunun soykırıma uğradığını her zamanki cüret, cesaret ve sınıf bilincindeki berraklığıyla ifade etmiştir.
Kaypakkaya yoldaşın bu tavrı bir dizi konuda olduğu gibi bir ilktir ve geleneksel solun sosyal şoven tutumundan kopuşun ifadesidir. Bu siyasal tutum çok az sayıda kalan Ermeni halkının evlatlarını etkileyerek, birçok Ermeni gencini hızla devrimci-komünist çizgiye çekmiştir. Armanek Bakırcıyan, Nubar Yalım, Manuel Demir gibi Ermeni Komünist ve devrimciler bu çizginin yönelimine girerek Komünizm ve devrim davasında şehit düşmüşlerdir.
Hrant Dink de bir dönem Kaypakkaya nın görüşleri doğrultusunda mücadele etmiştir. Son dönemlerinde Ermeni sorununu ele alırken sorunun tarihsel-siyasal karakterini ve bu bağlamda hesaplaşılması gereken yanını bu görüşlerden beslenen demokratik bir tutumla ortaya koymuştur. O sorunu salt Ermeniler cephesinde değil, Türk toplumsal yapısının şovenizmden ve gericilikten arınması temelinde ele almayı tercih etmiştir. Hrant Dink Ermeni soykırımının Türk şovenizminin ana kaynaklarından biri olduğunu kavrayarak, yaşadığı toplumun hastalıklarından kurtulması ekseninde kendi tarihsel acısını ele alacak kadar tutarlı, milliyetçilikten uzak bir demokrasi mücadelesi yürütmüştür. Her daim devletin gerçek yüzünü teşhir eden bir gazeteci-yazar, demokrat bir aydın olan Hrant Dink’in devlet tarafından katledilmesi, soykırım zihniyetinin devamının önemli bir göstergesidir.
Ve Sonuç Yerine!
Ermeni Soykırımı’nın 102. yılında şu talepler ve şiarlar çerçevesinde bir mücadele yürütme hedeflenmelidir.
Türk egemen sınıflarının ve onun faşist devleti Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmesi, soykırım ve ondan sonraki uygulamalar nedeniyle özür dilenmesi; maddi ve manevi tazminat taleplerinin kabul edilmesi; Ermenilere yönelik baskı ve ayrımcı politikalara son verilerek, demokratik haklarının tanınması; bu kapsamda, vatandaşlık, mülk edinme, çalışma haklarında ayrımcılığa son verilmesi ve bu konuda Ermenilere kolaylık sağlanması; soykırımın inkarı da dahil olmak üzere, Ermenileri aşağılayan, onları küçük düşüren, onlara haksızlık yaratan her türlü yasa, ideoloji, müfredat, yayın ve beyanatın yasaklanması; Ermenice yer isimlerinin iadesi.
24 Nisan kadim bir ulusun bin yıllardır var olduğu vatanından koparılarak acımasızca yok edilmesidir.
24 Nisan Ermeni ulusunun büyük felaketi ama ezilen halkların 102 yıldır devam eden ortak acısıdır.
24 Nisan Anadolu topraklarının zalimler tarafından kesilmiş can damarıdır.
24 Nisan Anadolu’da ezilen ulus, milliyet, mezhep ve sınıfların 102 yıldır yaşadığı zulmün adıdır.
24 Nisan Türk egemenlerinin servet ve sermaye devşirmesinin en kirli, en kanlı, en aşağılık simgesidir.
24 Nisan bu toprakların bilimsel, sanatsal, kültürel, entelektüel birikiminin soykırım sonucu sekteye uğratılmasıdır.
24 Nisan Der Zor çöllerinde Ermenilerin soykırıma, geriye kalan ezilen kesimlerin açlık ve sefalete mahkum edilmesidir.
24 Nisan Ermeni ulusunun bu topraklarda yok edilmesi, Türk uluslaşmasının ise alnına yazılmış kara bir lekedir.
24 Nisan Osmanlının devamcısı T.C. faşizminin ezilenlere zulmünün en açık kanıtıdır.
24 Nisan Türk şovenizminin tarihsel gıdasıdır.
24 Nisan Faşizmin inkar, yok sayma, mazlumu suçlamanın 102 yıllık ideolojik, politik tutumudur.
24 Nisan tarihsel ve politik bir suçtur, yüzleşilmesi gereken bir utanç tablosudur ve Türk egemen sınıflarından hesabı sorulmalıdır.