FAŞİZMİN TEKMELEDİĞİ SANDIKTAN UMUT BEKLEMEK!

HomeTürkçe

FAŞİZMİN TEKMELEDİĞİ SANDIKTAN UMUT BEKLEMEK!

FAŞİZMİN TEKMELEDİĞİ SANDIKTAN UMUT BEKLEMEK!Türkiye 16 Nisan‘da “CumhurBAŞKANLIĞI” referandumuna gidiyor. Özelikle 1980 sonrası Türkiye’nin günde

Yetiş Yalnız (Ahmet) “Diken içindeler ama gül gibiler”
“Aliboğazı direnişi kavga yeminimizdir, 12’ler yaşıyor Partizanlar savaşıyor”
Kaypakkaya Yoldaşın Katledilişinin 45.yılında Brezilya`dan Mesaj;

FAŞİZMİN TEKMELEDİĞİ SANDIKTAN UMUT BEKLEMEK!

Türkiye 16 Nisan‘da “CumhurBAŞKANLIĞI” referandumuna gidiyor. Özelikle 1980 sonrası Türkiye’nin gündeminden hiç düşmeyen, yönetme krizine karşı bir sistem olarak tartışılan Başkanlık rejimi Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasından sonra fiilen, geldiğimiz noktada ise hukuken gerçekleşme noktasına geldi. Bu sistem Türk devletinin siyasi krizinin ateşli hastalığa dönüştüğü her dönemde tartışmaya açılmıştır. Kuşkusuz Türk devlet yapısı, osmanlıdan devraldığı yönetme yöntemleriyle köklü bir devlet geleneğine sahiptir. Padişahlık döneminde dahi devletin “tek adamlık” şeklinde işlemediği, bir bütün kurumsal bir yapıyla hakim olan sınıfların çıkarlarına hizmet edecek biçimde şekillenmiştir. TC tarihide aynı şekilde işlemiştir. Ancak lider figürü Türk devlet yapısı ve gelenekleri açısından oldukça önemlidir. Devletin daha hızlı ve etkin işletilebilmesi ve toplumun rahat yönetilmesi için Lider fügürü ve kültü önemli bir yerde durmaktadır. M.Kemal’den İnönüne’ye, Menderesten Demirele, Ecevitten Evrene, Özal’dan Çillere, Erbakana ve Tayyip Erdoğana kadar Tc tarihinde liderlik sistemde önemli bir yer tutmuştur. Ki 12 Eylül ürünü olan siyasi partiler yasasının yapısında Parti liderliği herşeydir. Parti başkanı istemeksizin partide yaprak kımıldamaz. Bu açıdan “tek adamlık” üzerine biçilen özel bir gömlek vardır Faşist Tc için. Hem geleneksel yönetme biçimi hemde hukuki açıdan bu faşizm için bir gereksinimdir. Belirttiğimiz gibi daha rahat bir yönetme biçimidir.

Şimdi bu açıdan baktığımızda “cumhur BAŞKANLIĞI” sistemi TC’nin gelenekleriyle çatışmamakta, var olan hukuki ve siyasi sistemle çatışmamaktadır. Ancak bunun yanında Anayasa değişikliği ile getirilen 18 maddelik değişiklik egemen sınıflara var olan faşist biçimin yetmediğine, egemen klikler arası gerginlik ve sorunların “tek adamlıktaki” hukuki boşluklardan kaynaklanan arızalarına çözüm ürettiğini görmekteyiz. Bu açıdan faşist kemalist diktatörlük geniş gelen gömleği daraltma ihtiyacı duymaktadır. Bu hem kendi içindeki sorunlardan kaynaklı bir ihtiyaçtır, hemde gelişmelerin daha sağlıklı yönetilmesi açısından bir ihtiyaçtır. Tüm bu gereksinimler düne kadar bir türlü hayata geçmeyen “başkanlık” rejimini güçlü bir olasılığa dönüştürmüştür.

Refarandum’da Gerçeğe Sadık Kalmak!

Tayyip Erdoğan önderliğinde faşizmin saldırıları gün ve gün sınır belirlemeksizin, nerde duracağı anlaşılmaksızın artmaktadır. Başkanlık referandumunun sonucuyla birlikte bunun devam edeceği görülmektedir. Faşizm tüm hazırlıklarını daha sıkı bir rejim, daha koyu bir faşizm ve daha acımasız saldırı sürecine göre yapmaktadır. Kuşkusuz bu saldırı süreci sadece baskı, sindirme, yok etme, acımasız faşist yönetim olarak görülmemelidir. Yer yer esneyen, muhalefeti sistem içileştirme hesabı yapan, ezilenlerin öfkesini ideolojik-politik manüplasyonlarla kontrol altında tutmaya çalışan yaklaşımlarla ilerleyecektir. Buna Tayyip Erdoğan gibi yıpranmış, önemli bir toplumsal kesimin öfkesini kazanmış faşist kişilikleri harcama tercihide dahildir. Yine Kürt meselesi gibi oldukça dinamik olan ve sadece iç politikada değil dış politikada da siyasal yönelimi belirleyen bir toplumsal ve ulusal sorunun etkisinide eklemek gerekiyor. Zira T.Kürdistanı ve Rojava süreci hala Türk egemen sınıflarını “uzlaşma” politikasından tümüyle koparmış değildir. Sorunun muhtevası, dinamikleri ve Kürt Ulusal hareketinin siyasi çizgisi ve Türk egemenlerinin boğucu bir siyasal iklimde sıkışmışlığı onu Kürt sorununda “barışçıl ve uzlaşmacı” çizgiden kesin ve katı çizgilerle uzaklaştırmış değildir. Bu anlamda faşizmin yoğunlaşan baskılarının inişli ve çıkışlı halini bu eksende ki gelişmelerde etkileyecek, yer yer belirleyecektir.

Varolan bu gerçekliği REFERANDUMLA hiç bir şey değişmeyecek diye yorumlamak siyasetin kimyasına ve ruhuna aykırıdır. Referandum önemli ve ciddi bir politik gündemdir. Kuşkusuz referandum sonuçları ülkedeki politik iklimi doğrudan etkileyecek, halk kitlelerin siyasal bilincine ve mücadelesine tesir edecektir. Bu gerçekliğe göre bu gündeme yoğunlaşmak, buna yönelik politikayı belirlemek ve süreç boyunca hayata geçirmek önemlidir.

Bugün referandum ekseninde sisteme muhalif eden halk kesimleri, onların devrimci-demokrat ve ilerici temelde mücadelesini yürüten siyasi çevreler ağırlıklı olarak tutumunu HAYIR’dan yana belirlemiştir. Yine egemen sınıflar arasında da “güç paylaşımına” dair endişe ve kaygılardan dolayı CHP, Vatan Partisi, Saadet partisi gibi gerici ve faşist partilerde HAYIR demektedir. Bu son cenah kuşkusuz ezilen halk yığınlarının faşizmin artan ve artacak olan baskılarından kaynaklı bir Hayır konumlanışıyla ortak paydada değildir. Bu eksende Hayır cephesini tasnif etmek önemlidir. Bu yanıyla ezilen halk yığınları ve demokrat-devrimci-ilerici kesimin Hayır gerekçesi faşizme karşı mücadeleye içkindir. Bu durumun anlaşılır bir yanıda vardır. Ancak hayır tavrı esasta yetersizdir, eksiktir. halkın egemen sınıflara ve faşist rejime yönelik öfke ve kinini doğru bir siyasi bilinçle yönlendirmede ciddi sorunları vardır. Genel tehlikeyi ve Türk egemen sınıflarının ve onun temsilcisi olan faşist AKP ve Tayyip Erdoğan’ın içinden geçilen süreçte izlediği politikaya karşı halkı uyandırmada ve örgütlemede büyük boşluklara gebedir.

Türk hakim sınıflarının aralarındaki yönetme ve güç ilişkilerinden dolayı ve var olan genel yönelim ve amaçlarındaki ortaklıktan kaynaklı BAŞKANLIK ekseninde bir konsensusa ya da bu olmasa dahi her durumda var olan baskıcı ve dozu aratan saldırganlıkta kararlı oldukları tespit edilmelidir. Faşizm genel yönelimi, çelişkileri ele alış biçimi, içinden geçtiği süreci yönetme kabiliyeti ve emperyalist sistemle kurduğu ilişki bağlamında var olan yöneliminde ne pahasına olursa olsun kararlı şekilde duracaktır. Egemen sınıflar arası güç ilişkisi sarsılsada, belli oranda dengeler bozulsa da saldırganlık politikasına şu ya da bu şekilde, şu figür ya da başka figürle, başkanlıkla ya da var olan haliyle devam edecektir. Bunun dümeninde kimin oturacağı ise kanımızca daha talidir.

Politik Öncülerin “HAYIR” Kampanyası Ve Kitlelerin Politik Kavrayışıyla Eşitlenme Hali!

Hayır eksenine oturmuş bir politik kampanya halkın ciddi bir bölmünün politik eğilimine denk düşmektedir. Ancak hayır kampanyası ezilenlerde aynı zamanda net ve berrak şekilde başına gelen ve devam eden tehlikeye ve sürecin karakterine dair ciddi bir yanılsama yaratmaktadır. Sandıkta çıkacak sonucun süreci belirleyeceğine, gelişmeleri etkileyeceğine, gerici-faşist sistemin niteliğini gerileteceğine ya da daha fazla tırmandıracağına dair bir sonuç üreteceği algısı oluşturmaktadır. Özellikle Tayyip Erdoğan şahsında biriken öfke ve kin, sorunların ana kaynağının o olduğuna ve onun gitmesi halinde nefes alamaz hale getirilen koşulların nisbeten iyileşeceğine yönelik bir “umut” yaratmaktadır. Bu durum ezilenleri “SANDIĞA” gitme ve HAYIR tavrı koymada iştahlı kılmaktadır. Kitlelerde bu noktada oldukça sadeleşmiş, netleşmiş, berrak ve durumu tespit edebilen bir siyasi kavrayış söz konusudur. Diye biliriz ki toplumun önemi bir kesimi, politik bir HAYIR kampanyasının yürütücüleri kadar açık bir kafaya ve kavrayışa sahiptir. Hiç bir politik kampanya yapılmasa dahi yaşadıkları, başına gelen ve gidişat noktasında ki kavrayışı ile sandığa gidecek ve tavrını koyacaktır. Bu anlamda içinde bulunduğumuz politize olma koşulunda saflaşmalar ve sandık noktasındaki tutumlar berraklaşmıştır. Yüzbinlerce örgütsüz kişi adeta doğal bir hayır kampanyası örgütleyicisidir. Böylesi politize olmuş bir ortamda kitlelerle aynı düzeyde bir politik konumlanış, aynı ölçekte bir kavrayış hiç kuşkusuz kitleler için kendi eğilimine yedeklenmiş, destek güç oluşturan örgütlü bir politika anlamına gelmektedir. Nihayetinde burada devrimci ve demokratlar için asıl mesele kitlelerle buluşmak değildir, asıl mesele onları örgütlemektir. Zira kitlelerin ihtiyacı “kendi gördüğü ve bildiğinin” “berraklaşmış politik tutumunun” anlatılması değildir. Hayır Kampanyalarına baktığımızda ezilen halk yığınlarına bildiğini anlatan bir tablodan başka söylenen bir şey olmadığını görmekteyiz. Örgütlenme ve seferber etmede ise özel ve özgün bir girişim, yaratıcılık ve verimlilik ise görülebildiği kadarıyla yoktur.

Ancak hayır Kampanyalarının ciddi bir eksikliği söz konusudur. Politik olarak halkı sisteme karşı uyanık kılma, karşısına çıkacak sonuçlar karşısında uyandırma, sandık oyununa fazla bel bağlamadan gelmekte olan tehlikelere karşı donatma, sistemi kökünden kazıyacak şekilde politize etme yerine “HAYIR” çıkması halinde mevzi kazanılacağı yönlü somut olarak ne olduğu anlaşılmayan bir yaklaşım söz konusudur. Bu sistemiçi dengelerin sarsılması, ezilenlerin sandıkta “zafer” kazanmasıyla mücadele istek ve azminin artarak örgütlü bir güce dönüşmesi beklentisi vs şekline bürünmektedir.

Oysa kitlelere açık ve net olmalıyız. Var olan gerçekliği cüretli ve sarih şekilde anlatmalıyız. 2015 Haziran seçimi deneyimi ile yüz yüze getirmeliyiz. Faşist diktatörlüğün dizginlerinden boşalmış halinin bir bütün egemen sınıfların ihtiyacından kaynaklandığını anlatmalıyız. Sandıktan çıkacak sonuç karşısında nerde nasıl, hangi araç ve yöntemle donanması gerektiği neye ve nasıl yönlenmesi gerektiği noktasında yaygın, güçlü etkili bir propaganda ve çalışma yapmalıyız.

7 Haziran’da, 1 Kasım’da Faşizmin Yok saydığı Sandık Gerçeği İle Yüzleşmek!

Peki var olan tablo nedir? Öncelikle sandık ve seçim meselesini egemen sınıflar nasıl ele almaktadır içinde bulunduğumuz koşullarda. 7 Haziran seçimleri sonrası gördük ki egemen sınıflar sandıkta istemediği sonuçlar çıktığında o sonuçları tanımamak üzerine bir politika geliştirmektedir. Masada hazır olan seçeneklerini devreye sokmaktadır. 7 haziran 2015’de AKP tek başına hükümet oluşturamadı. HDP beklenenin üstünde bir oy alabildi. Ancak bu tablo bir siyasi krize neden oldu. Peki bu krizi Türk hakim sınıfları nasıl yönetti. Öncelikle “terör ve terörle mücadele adı altında” Hükümet olma yetkisini kaybetmiş bir parti, koalisyon görüşmeleri sürdürürken MHP,CHP’de dahil faşist partilerin desteğiyle Kürtlere savaş açtı. “Terörler mücadele” (siz Kürtlerle mücadele anlayın) mevzu bahis ise “her türlü desteğin verileceği” beyanları o dönemde, içinden geçtiğimiz dönemde tüm gerici ve sistem içi güçlerin dillerinden düşürmediği bir söylemdir. Ki bu noktada AKP ile kanlı bıçaklı görüntüsü veren CHP en önde bayrağı taşımaktadır. Yine aynı süreçte Sınır ötesi operasyonlarla Suriye ve Irak’a müdahale olanağı yine faşist partilerin tam desteğiyle geçmiştir. Kürtlere, devrimcilere, demokratalara yönelik başlatılan saldırı kampanyası bu dönemde tam hız almıştır. TC tarihinin en kanlı katliamları olan Suruç, Ankara, Antep vs bu dönemde yaşanmıştır. Bu iklimde faşizm yeniden sandıkların kurulması kararını almıştır. Yani değişen dengeler, sandıkla oluşan yeni tablo savaş ve saldırganlık politikası eşliğinde yok sayılmış, Faşist tüm partiler buna niteliklerinden kaynaklı “el mahkum” kalmıştır.

Yani Haziran 2015 seçimleri öncesi “sandıkla gerçekleşecek değişim”, yüzlerce demokrat ve devrimcinin canı alınarak, kanı dökülerek, binlerce Kürt katledilerek zindanlara atılarak, hakaretlere uğrayarak adeta yeni bir sandık oyunu içine gömülmüştür. Yani egemen sınıflar sandığı kendileri tekmelemiş, hiç bir kıymeti harbiyesinin olmadığını, halkın sandıkta çıkardığı sonucu tanımadığını ilan etmiştir. Baskı ve şiddetin dozunu arttırmış, İŞİD görüntüsüyle gerçekleşen eylemlerle demokratik muhalefeti-sendika eylemlerini bombalamıştır, halkı korkuya sevk ederek kendisine yedeklemiştir. Faşist baskıların, Kürtlere yönelik kapsamlı savaşın, tüm anti-demokratik uygulamaların koyulaşması böylesi bir seçim “zaferinden” sonra olmuştur. Kasım 2015 seçimleri ile gerçekleşen “istikrar” ise ezilen halk yığınları ve toplumsal muhalefet için daha güçlü yeni bir saldırganlık dalgası olmuştur. Bu süreç Kürt şehirlerin direnişine yönelik yok etme, imha etme şeklinde büyüyen bir saldırganlık yaratmıştır. Binlerce Kürt; çocuk yaşlı, kadın erkek demeden katledilmiştir. Binlercesi zindanlara atılmıştır. Genel olarak toplumsal muhalefetin üzerindeki baskı ise bir kat daha artmıştır.

15 Temmuz 2016’da egemen sınıf klikleri arasındaki kavganın kristalize olduğu Cuntanın darbe girişimi sonrası, devlet zayıflamış ve güçten düşmüş halini telafi etmek için bir kez daha çözümü daha baskıcı bir süreci örgütlemekte bulmuştur. Saldırı bu defa OHAL uygulaması ile hayata geçmiştir. Ancak bununla yetinmemiş yine Suriye Ve Rojava’nın işgal planlarıda bu dönemde hayata geçmiştir. Bir kez daha “terörle mücadelede” “muhalefet eden” faşist partilerin ucu açık kredisiyle süreç bütünlüklü bir politika ile kotarılmıştır. Aynı destek Kürt hareketine içerden yürütülen mücadele ile de verilmiştir. Bu defa saldırı dalgası sembolik mevzilere yönelmiştir. Ve evet bir kez daha “sandıkla” gelenler “devletin bekası” yanında hiçleştirilmiştir. Önce T.Kürdistanında seçilmiş belediye başlanları tutuklanmış, kayyumlar atanmıştır. Devamında HDP eşbaşkanları başta olmak üzere milletvekilleri tutuklanmış ve zindana atılmıştır. Tayyip Erdoğan “seçilmiş tutuklanmaz mı bal gibi tutuklanır” diyerek devletin çıkarı karşısında sandığın hiç bir anlamı olmadığını en üst perdeden ifade etmiştir. Bugün milletvekillerin günlük olarak tutuklanması,gözaltına alınması rutin olmuştur. Artık gündemin alt sıralarına düşmüş, kanıksatılmış bir saldırı olarak uygulanmaktadır. Ve evet bu sadece bir saldırı değildir, aynı zamanda egemen sınıflar için sandığın beş paralık değerinin olmadığının açık göstergesidir.

Son Seçimler Şahit Yazıldı: Referandum Sonucu Faşizmin Yolunu Değiştirmez!

Referanduma bu iklim ve koşullar içinde gitmekteyiz. Şimdi meclis oylamasında açık oy usulu ile gidilmiş, evet dışında her türlü propaganda basınç ve baskı altına alınmış, saldırıların bini bir para olmuş durumda. AKP ve MHP tüm devlet olanaklarını ve kompradar burjuvazinin medya ve lojistik desteğini alarak evet kampanyası örgütlüyor. Bunun yanında AKP ve MHP militarist güçlerini, çetelerini ve mafyasını Hayırcılara saldırtarak kampanyasına dolaylı destek yaratıyor. Referandum 12 Eylül anayasa oylamasına gidilen koşullara benzer bir koşul içinde gerçekleşiyor.

Bu iklimde kitlelerin bir kez daha sandık umudu ve beklentisi söz konusudur. Bu örgütsüzlük koşullarında anlaşılabilirdir. Ancak anlaşılmaz olan bu eğilime uyma adına geniş kitleleri tehlikeler karşısında daha güçlü uyarmayan, riskleri siyasal tutumla açık şekilde anlatmayan donanımsız bırakan siyasal tutumlardır. Zira referandum sonuçlarının egemen sınıfların aldığı pozisyonu değiştirmeyeceğine dair açık tutumları söz konusu. Bu noktada pratik deneyim ve yakın zaman şahitlik yapmaktadır.

Zira Evet kampanyasının bir ayağıda referandumda olası çıkacak sonuçlarda halkın gözünü korkutmak şeklindedir. Ancak bu göz korkutma operasyonu aynı zamanda bir gerçeğe işaret etmektedir. AKP Manisa İl Gençlik Kolları Başkan Yardımcısı Ozan Erdem “Size tek bir benzetme yapayım. Eğer yüzde 50’yi geçemezsek ve bu referandum oylamasında başarısız olursak iç savaşa hazır olun” diyecek kadar açık sözlü davranmıştır. Ancak kuşkusuz iç savaş öyle kolay bir mesele değildir. Söylemle veya tek taraflı bir iradeyle vs de gerçekleşecek bir şey değildir. Nihayetinde iç savaş toplumun sınıf ve ulusal bağlamda bir mücadelenin keskinliğinde karşı karşıya gelmesi ve tezahür etmesidir. Bu tek taraflı başlatılacak bir şey değildir. AKP gençlik kollarından bir meczubun açık ifadesi neye yorumlanabilir. Gelişmelere ve para-militer güçlerin örgütlenmesine bakmak gerekiyor. Bu noktada durumu izah etmek için Melih Gökçek’in CNN-Türk’de kullandığı ifadelerle başlamakta fayda var. “Türkiye’de inanılmaz bir silahlanma oldu. Çoluk çocuk pompalı tüfek aldı. Kontrollü olursa bunun kullanımı Türkiye’yi cinayete götürmez” ifadeleri olası bir darbe girişimine karşı halkın alacağı konumlanışı anlatıyor. Ancak Referandum öncesi bu sözler kuşkusuz halka yönelik bir tehdit anlamına da geliyor. Ancak ve fakat mesele bu kadar basit değil. Zira devletin akp ve mhp eliyle ciddi bir sivil militer örgütlenme yarattığı bilinen bir sır olmuştur. Bu güçlerin devrimci-demokratik muhalefete karşı konumlandırılması, devletin yetmediği yerde seferber edilmesi işten bile değildir. Ki çokça Kürt ulusal mücadelesine karşı etkinleştirilmeye çalışıldığıda bilinmektedir. Bu bağlamda referandum meslesinden bağımsız olarak Türk hakim sınıflarının zayıflamış devlete, siyasal kriz içndeki sistemine ve genel politik yönelimine bakarak gerçekliğini değerlendirmek ve bir bütün konumlanış içinde olmak gerekmektedir. Çok yönlü ciddi saldırgan ve ağır bir mücadeleye hazırlanan devlet söz konusudur.

Bu duruma hazırlanırken hali hazırda pratikte uyguladığı bir yönetim biçimi söz konusudur. Bu durum özellikle egemen sınıflar arasında 15 Temmuzda kristalize olan gerginlik ve çatışmayı hem daha güçlü mayalıyor, hemde daha katı ve sert bir yönetim modeli noktasında uzlaşıya vardırıyor. Bu durum çelişki ve çatışmanın keskinleşmesi kadar, Kürt-Türk ve çeşitli milliyetlerden emekçi halka yönelik, Kürt ulusuna ve Alevi mezhebine yönelik saldırıların artacağına işaret etmektedir. Aynı şekilde dış politika da benzer bir sertlik politikasını, askeri gücün daha açık konumlanışına egemenleri itmektedir. Ancak bunların her birinin yönetilmesi, sürüdürlmesi oldukça güçtür. Bu koşullarda faşist diktatörlüğün yapacağı en iyi şey kendi adına sürekliliği sağlanmış bir şekilde ezilen halk katmanlarına olabildiğince fazla saldırmak olacaktır.

Halkı Gerçekle Yüzleştirmek Mi, Sandıkla Başbaşa Bırakmak MI?

Tam da bu noktada referanduma kilitlenmiş bir politik faaliyette HAYIR tavrı ezilenlerin gerçeklerle tam yüzleşmesini ve ona göre hazırlanmasını engellemektedir. Ezilenleri sistem içi çözümlerin mümkün olduğuna daha fazla teşvik etmek anlamına gelecektir. HAYIR’ın sonuç üreteceği ve “faşist diktatörlüğü” duruduracağı algısı ise gerçeklikten, gelişmelerin seyrinden kopmak anlamına gelmektedir. Hayır ekseninde kitleleri örgütleme, hayırı örgütlerken onun direncini arttırma ve faşizme karşı güclendirme teorileri ise çalınan minareye sadece hazırlnan kılıf olmaktadır. Seçimlerin sonuçları hem 7 haziran’da hemde devamında ki Kasım seçimlerinde egemenler tarafından tanınmamış red edilmiştir. Birincisinde sandık yok sayılmış, sonucu tümüyle çiğnenmiş. İkincisinde ise halkın vekilleri olan HDP’liler evleri basılarak zindana atılmıştır. Ve şimdi sonucu ne olursa olsun bildiği yolda yürüme kararlılığında olan egemen sınıflara karşı ezilenleri “HAYIR” noktasına odaklamak ve buradan “umut” tazelemesine vesile olmak, kafayı aynı duvara defalarca vuran bir insanın durumuna benziyor.

Ne hayırda ne evette, hayır yoktur. Bu sandıktan çıkacak sonuç sadece ezilenler için “ŞER”DİR. Faşizmden sandık yoluyla kurtulma umuduna bağlanan ezilen halk yığınları, bunu politikaya çevirenleri affetmeyecektir.

Sürecin genel tablosu içinde ezilenleri gerçeklerle yüzleştirmek anın devrimci görevidir. Tehlikeler, başına gelenler ve gelecek olanlar, sandıkta çıkacak sonucun faşizmin genel yönelimini değiştirme güç ve kudretinde olmadığını, sadece yapacakların meşruiyet aracı olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmak devrimci sorumluluktur. Ezilen halk yığınlarını örgütlü ya da örgütsüz her durumda silahlanmaya çağırmak, faşizmin saldırılarına karşı kendi savunmasını ortak kaygı taşıyan tüm kesimlerle birlikte örgütlemeye çağırmak, devrimcilerle birlikte faşist saldırganlıklara karşı açık ve gizli öz-savunma sürecini örgütlemeye davet etmek asli görevdir. Bugün demokratik hak ve özgürlük için sandıktan umut beklemek yerine, derhal beklemeksizin bulunduğumuz her yerde sokağa meydanlara akmak.Şehirleri ve köyleri yağmalanan sokak ortasında infaz edilen, binlercesi zindana atılan seçilmiş iradesi yok sayılan Kürt ulusu için beklemeksizin derhal mücadele örgütlenmeli, KHK’lar ile aç ve işssiz bırakılan emekçiler için meydanlara koşmalı, kapatılan dernekler ve örgütler için seferber olunmalıdır. Sandıktan çıkacak sonuç yerine faşizmin halkın nefesini kesen ve kesmeye devam eden politikalarına karşı mücadele perspektifi oluşturulmalıdır. Sonucu belli olan ve devamında saldırıların çıkacak sonuçtan bağımsız olarak devam edeceği gerçeğini karartacak, buna halkı hazırlamayı engelleyecek her politik kurgu ve tutum sadece yeni sorunlar biriktirecektir. Netsizlik daha fazla gelişecek, çaresizlik ve sistemden yeni umutlar bekleme durumu kendini yeniden üretecektir. Onun için en güçlü en yaygın ve en iradeli şekilde BOYKOT’u savunmalıyız. Gücümüzün yettiği, nefesimizin ulaştığı yere kadar.

Boykot Tavrına Yönelik Eleştirilere Bir Kaç Söz

Boykot tavrına dair eleştirilerede bir kaç söz söylemek gerekiyor. Boykot’un AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın işine yaradığı yönlü yüzeysel ve kendinden menkul tespitleri bir kenara bırakıyoruz. Zira bu ucuz bir demogojiden öte bir anlam ifade etmiyor. Politik derinlikten yoksunluk hali bu argümanlara sarılmaya neden oluyor. Ancak boykotun halkın eğiliminden kopuk olduğu, hep aynı dogmatik yaklaşım sergilendiği, kolaycı bir tercih olduğu vb eleştiriler söz konusu. Öncelikle referandum meselesinde “boykot” tavrına dair dogmatiklik eleştirisi ve boykotla halktan kopulduğu tespiti gülünç. Zira henüz daha 2010 referandumunda bu eleştiriyi getiren bir dizi çevre ki Kürt Ulusal Özgürlük hareketide dahil boykot şeklinde bir tavır geliştirmişti. Bu duruma tutarsızlıkta denilebilir, kendine görülen hakkın başkasına gösterilmemesi ya da ben yaparsam doğru benim yaptığımı yapmazsan yanlış anlayışıda denilebilir. Bu kibirli ve üsttenci yaklaşım kabul edilemezdir. Boykot tavrıyla halktan kopulduğu ve örgütlenme çalışması yapılmadığı eleştirisine gelecek olursak. Bu durum her seçime giren, sandığa koşturan ve de referandumda sandık tercihi gösteren her örgüt için geçerlidir. Örgütlenme meselesinde bambaşka sorunlar söz konusudur. Bu bağlamda eleştirmek gerçekle yüzleşmemek, yaşanan zaaf ve sorunların bütünlüklü olduğunu kavrayamamaktan ileri gelmektedir. Ancak böylesi politik ayrışmada oldukça ucuz bir polemik malzemesi olarakta sürekli kullanılmaktadır. Halkın eğiliminden kopulduğu eleştirisi ise en gerçekçi eleştiridir. Ancak doğru siyaset arayışı ve doğru politika bazen halktan kopabilir. Bu tarihte sık karşılaşılan bir durumdur. Doğru azınlıkta olsa dahi savunulmak zorundadır. Ve çağımızda bu komünistlerin tarihsel sorumluluğudur. Komünistler kendi nihayi mücadelelerine halkın inanmadığı, ondan uzak durduğu dönemler nasıl ideolojilerinden ve komünizm mücadelesinden vaz geçmiyorsa, doğru siyasal tutumu belirlediklerinde de yapacakları tek şey vardır bunu halka ısrarla kararlıkla anlatmak, anlatmanın yolunu bulmak ve onları buna ikna etmektir. Olanakları ve gücü ölçütünde görev ve sorumluluğu budur.

Boykotu marjinalleştirmeye çalışan anlayışlar çokça geçmiş pratikleriyle tutarsız, genelde ben merkezci küçük burjuva anlayışlar ve elbetet kuşkusuz reformizmle devrimcilik arasında salınan güncel bir gerçeklikten mustariptirler. Bu bağlamda “sandıkta” yer alamayı daimi görev ve katılımı mutlak gören rengi netleşmiş bilinen reformist hareketlere ise diyecek sözümüz hemen hemen yoktur.

İşçi Köylü Kurtuluşu Okuru